ıIıI OsSi FoRuM IıIı Eğlence Oyun Video Müzik Platformu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ıIıI OsSi FoRuM IıIı Eğlence Oyun Video Müzik Platformu

Full Sürüm Oyunlar, Demo Oyunlar
 
AnasayfaPortalGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Fosilerle İlgili

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Admin
Admin
Admin
Admin


Mesaj Sayısı : 184
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 09/02/08

Fosilerle İlgili Empty
MesajKonu: Fosilerle İlgili   Fosilerle İlgili Icon_minitimeC.tesi Şub. 23, 2008 11:35 am

Omurgasızların Kökeni BU KONUDAN ÖDEVİ OLANLAR İÇİN FÖSİL TÜRLERİ
Kompleks canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü
tabakası, 530-520 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan “kambriyen”
tabakadır. Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar, hiçbir
ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen
kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler,
solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, yüzücü kabuklular, deniz
zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Bu kompleks
omurgasızlar kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar olan tek
hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu
bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır.
Canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı
omurgasız türleriyle dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan
ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla
cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en
önde gelen savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek
karşısında “(Kambriyen canlıları), ilk olarak ortaya çıktıkları
halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildedirler. Sanki hiçbir evrim
tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibidirler” der.
(Richard Dawkins, “The Blind Watchmaker”, London: W. W. Norton 1986, s.
229)
Dawkins’in de kabul ettiği gibi, Kambriyen patlaması yaratılışın çok
güçlü bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları olmadan
aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Ünlü evrimci
biyolog Douglas Futuyma da, “canlılar dünya üzerinde ya tamamen
mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da
kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana
gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa,
o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir” diyerek
bu gerçeği kabul eder. (Douglas J. Futuyma. Science on Trial, New York,
Pantheon Book, 1983. s. 197)
Omurgasızlardan Balıklara Geçiş Formu Yoktur


Sert kısımları vücutlarının dışında yer alan bu omurgasız canlılar ile,
sert kısımları yani iskeletleri vücutlarının içinde yer alan balıklar
arasında çok büyük bir anatomik fark vardır. Ama evrimciler bu
omurgasızların balıklara dönüştüğünü öne sürerler. Oysa bu dönüşümü
gösterecek ise hiçbir fosil yoktur. Bu nedenle Evrimci paleontolog
Gerald T. Todd, “Kemikli Balıkların Evrimi” başlıklı bir makalesinde bu
gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar:
“Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve
aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli
farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve
neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların
izlerinden eser yoktur?” (Gerald T. Todd, “Evolution of the Lung and
the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship”, American Zoologist,
vol. 26, no. 4, 1980, s. 757)
Balıklardan Amfibiyenlere Geçiş Formu Yoktur
Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, tüm klasik evrimciler gibi,
balıkların zamanla amfibiyenlere (kurbağa gibi hem karada hem suda
yaşayan canlılar) dönüştüğünü iddia etmektedir. Bu dönüşümün
başlangıcına da Rhipidistian ve Coelacanth sınıflarına ait balıkları
koymaktadır.
Rhipidistian ve Coelacanth; Crossopterygian takımına ait balıklardır.
Normal balıklardan hiçbir farkları bulunmayan bu canlıların evrimcileri
umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre daha
etli oluşudur. Evrimciler, bu etli yüzgeçlerin daha sonra sürüngenlerin
ayaklarına dönüştüğüne inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bir dönem
inanıyorlardı.
Rhipidistian ve Coelacanth’ın ara form zannedildiği dönemde,
evrimciler, Coelacanth’ın akciğerinin bulunduğunu dahi iddia
etmişlerdir. Bu iddia pek çok evrimci kaynakta anlatılmış, hatta
Coelacanth’ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler bile
yayınlanmıştır. Coelacanth’ların soyunun tükendiğini, ürettikleri
iddiaların hiçbir zaman yalanlanamayacağını zanneden evrimciler,
Coelacanth’la ilgili sayısız senaryolar üretmişlerdir.
Evrimcilerin tüm bu iddialarının geçersiz olduğu ise 1938 senesinde
ortaya çıkmıştır. 70 milyon yıl önce soyu tükendiği sanılan Coelacanth
sınıfına ait Latimeria türünün canlı bir örneği 1938 yılında Hint
Okyanusu’nda yakalanmıştır.
410 milyon yıllık Coelacanth fosili. Evrimciler bu canlının fosiline
dayanarak, bunun sudan karaya geçişteki ara geçiş formu olduğunu
söylüyorlardı. Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere bu balığın canlı
örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin hayali
spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi.
Yakalanan canlının anatomisi incelendiğinde varılan sonuçlar evrimciler
için hayalkırıklığı olmuştur. İncelemelerde Coelacanth’ın, kara
canlılarıyla hiçbir ilgisi olmayan gerçek bir balık olduğu, hatta derin
sularda yaşadığı anlaşılmıştır. Evrimcilerin ilkel akciğer olduğunu
düşündükleri yapının ise balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden
başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. (Jacques Millot, “The
Coelacanth”, The Scientific American, Aralık 1955, sayı 193, s.39)
Bu tarihten sonra çeşitli yıllarda Coelacanth’ların 40’dan fazla örneği
daha yakalanmıştır. Sonuçta, evrimcilerin büyük bel bağladıkları
Coelacanth literatürden çıkarılmıştır. Ne var ki Bilim ve Ütopya
dergisinin yazarı, 1938’de terkedilen akciğer masallarını anlatmıştır.
Üstelik, Coelacanth balıkları için “sudan çıktığı zaman kısa süre
yaşayabilir, oksijen soluyabilir” gibi talihsiz bir ifadede
bulunmuştur. Oysaki oksijen soluma, Rhipidistian sınıfı balıklar
hakkında iddia edilen bir özelliktir. Coelacanth’ların bu özelliği
yoktur. Denizlerin en derin sularında yaşayan bir dip balığı olan
Coelacanth’ların oksijen soluduğu gibi gülünç bir iddia,
Coelacanth’larla ilgili türlü masalların yazıldığı 1920’lerde bile
ortaya atılmamıştır.
Coelacanth’ların ara form olmadığı anlaşılınca, evrimciler,
Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteronları sudan karaya
geçişe delil olan ara form olarak öne sürmüşlerdir.
Ancak, Eusthenopteronlar ile amfibiyenler (örneğin kuyruklu su
kurbağası) arasındaki anatomik karşılaştırmalar, bunların aralarında
çok derin farklılıklar olduğunu göstermiştir.
Eusthenopteron normal bir balıktır ve kuyruklu su kurbağasına hiçbir
açıdan benzememektedir. Evrimci Maria Genevieve Lavanant,
Eusthenopteron’un bu özelliğini şöyle ifade etmektedir:
“Yakın bir geçmişte tartışma yeniden açıldı. Yüzgeçlerin daha ayrıntılı
incelenmesi, Eusthenopteron’un yüzgeçlerinin bütün balıklarda bulunan
yüzgecin bir benzeri olduğunu ortaya koydu.” (Maria Genevieve Lavanant,
Bilim ve Teknik, sayı: 197, s.22, Nisan 1984)
Tam bir balık olan Eusthenopteron ile amfibiyenler arasında bir geçiş
olabileceğini gösterecek herhangi bir ara form mevcut değildir. Evrim
Teorisi’nin, diğer bölümleri gibi, büyük bir boşluktan ibarettir.
Sonuç olarak, Rhipidistian’lar da Coelacanth’lar da tam birer balıktır.
Bunlara yarı-amfibiyen demeyi gerektirecek tek bir özellikleri dahi
mevcut değildir. Dolayısıyla balıklar ile amfibiyenleri birbirine
bağlayacak hiçbir ara form bulunmamaktadır. Nitekim Evrimci Barbara J.
Stahl, “Vertebrate History” adlı kitabında şöyle yazmaktadır:
“Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların
atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu
amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden
önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların
herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur.”
(Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148,
1985)
Rhipidistian’la Coelacanth’ı birbirine karıştıran, Coelacanth’ı oksijen
soluyan akciğerli bir balık sanan Bilim ve Ütopya yazarı gibi amatör
evrimciler dışında, hiç kimse balıkların evrimleşerek amfibiyenlere
dönüştüğüne dair bir delil olduğunu iddia etmemektedir.


1938'de yakalanan ilk canlı Coelecanth'ın önünde poz veren balıkçılar.
Bir derin su balığı olduğu anlaşılan Coelecanth'ın canlı bir örneği.

Amfibiyenlerden Sürüngenlere Geçiş Formu Yoktur
Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın, Seymouria isimli canlı türünün ise sürüngenlerin atası olduğunu iddia etmiştir.
Seymouria, ilk olarak 1939 yılında Teksas’ın Seymour bölgesinde bulunan
ve son olarak da 1993 yılında Almanya’da iki örneği bulunan bir
amfibiyendir. Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının bu canlının
sürüngenlerin atası olduğu yönündeki iddiası ise mesnetsizdir. Her
şeyden önce, Seymouria’nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 50
milyon yıl önce yaşamış gerçek sürüngenler bulunmaktadır.
En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani günümüzden
280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa Hylonomus ve Paleothyris isimli
sürüngen türleri, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki bu
tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir. (Barbara J. Stahl,
Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148, 1985)
Seymouria’dan 50 milyon yıl önce gerçek sürüngenler bulunduğuna göre
Seymouria sürüngenlerin atası olamaz. Nitekim Britannica
Ansiklopedisi’nin “Seymouria” maddesinde bile Seymouria’nın
sürüngenlerden çok sonra ortaya çıktığı açıkça ifade edilmektedir.
Ayrıca Seymouria’nın pulları bulunmamaktadır. Oysaki tüm sürüngenlerin
ortak karakteristik özellikleri tüm derilerini kaplayan pullardır.
Seymouria’nın pullarının bulunmaması, derisinin diğer bütün
amfibiyenler gibi düz olması, bu canlının tam bir amfibiyen olduğunun
kesin delilidir.
Bu tartışılmaz gerçek karşısında evrimciler, amfibiyenler ile
sürüngenler arasında hiçbir ara form olmadığını itiraf etmek zorunda
kalmışlardır. Nitekim paleontolog Lewis L. Carroll, “Sürüngenlerin
Kökeni Sorunu” başlıklı bir makalesinde şöyle yazmaktadır:
“Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir
sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı,
amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz
bırakmaktadır.” (Lewis L. Carroll, “Problems of the Origin of
Reptiles”, Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society,
cilt 44, s.393)
Elbette, Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının amacı gerçekleri ortaya
çıkarmak değil de Marksist ideolojinin temeli olan Evrim Teorisi’ni
propagandalarla ayakta tutmaya çalışmak olduğu için, bunlardan hiç
bahsetmemekte, elindeki bir kaç makalede yer alan terkedilmiş iddiaları
sanki hala geçerliymiş gibi ortaya atmaktadır. Böyle olunca da
“gerçekdışı iddialarla okuyucusunu aldatan kişi” durumuna düşmesi
kaçınılmaz olmaktadır.
Sürüngenlerden Memelilere Geçiş Yoktur
Evrimciler, sürüngenlerin, kuşlara ve memelilere dönüştüğünü iddia
etmektedirler. Kuşlara geçişe delil olarak gösterdikleri
Archaeopteryx’i yukarıda ele almıştık. Sürüngen-memeli bağlantısı ise,
hem anatomik açıdan hem de fosiller yönünden bir masaldan başka bir şey
değildir.
Sürüngenlerle memeliler arasındaki uçurumun örneklerinden biri,
sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede
tek bir kemik vardır ve tüm dişler bu kemiğin üzerine oturmaktadır.
Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik
bulunmaktadır.
Bir başka temel farklılık da kulaklarda bulunmaktadır. Tüm memelilerin
orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri)
bulunmasına karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer
almaktadır.
Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak
memeli çenesi ve memeli kulağına dönüştüğünü iddia etmektedirler. Bunun
nasıl gerçekleştiği sorusu ise her zaman olduğu gibi cevapsızdır.
Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl
dönüştüğü ve işitme duyusunun bu dönüşüm sırasında nasıl devam ettiği,
asla cevaplanamayan bir sorudur. Yumurtlayarak üreyen, vücutları
pullarla kaplı ve soğukkanlı canlılar olan sürüngenlerin, doğurarak
üreyen, vücutları tüyle kaplı ve sıcakkanlı canlılar olan memelilere
nasıl “tesadüflerle” dönüştüğü sorularının hiçbir cevabı yoktur.
Bilim ve Ütopya’da “ara form” olarak sözü edilen Cynognatus ise tam bir
sürüngendir ve sürüngen-memeli uçurumunu kapatacak hiçbir fosil de
yoktur.
Memeliler, hiçbir “yarı sürüngen” ataları olmadan, yeryüzünde bir anda
ortaya çıkmışlardır. Evrimci paleontolog Roger Lewin, evrimin bu
açmazını “ilk memeliye nasıl bir evrimsel geçiş olduğu, hala büyük bir
sırdır” sözleriyle ifade etmektedir. (Roger Lewin, “Bones of Mammels”,
Science, cilt 212, s.1492, 26 Haziran 1981)
20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve Neo-Darwinist teorinin
kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise şunları
söylemektedir:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://ossi.yetkin-forum.com
Admin
Admin
Admin
Admin


Mesaj Sayısı : 184
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 09/02/08

Fosilerle İlgili Empty
MesajKonu: Geri: Fosilerle İlgili   Fosilerle İlgili Icon_minitimeC.tesi Şub. 23, 2008 11:35 am

1707-1788 yılları arasında yaşamış olan Fransız doğabilimci Buffon
(Kontu) Georges-Louis Leclerc garip bir iddiada
bulunmuştu:Yenidünya’daki canlı varlıklar,Eskidünya’dakilere oranla
hemen her açıdan aşağı düzeydedir.Amerika’da sular durgundur,toprak
verimsizdir,hayvanlar küçük ve kuvvetsizdir .Buffon iddialarına kanıt
olarak Amerika’nın kokuşmuş bataklıklarından ve güneşsiz ormanlarından
yükselen sağlığa zararlı buharlar olduğunu söylüyordu. Ona göre çevre
koşulları o kadar uygunsuzdu ki,kızılderililer erkeklik kuvvetinden
yoksundu,sakalları yoktu ve vücutları tüysüzdü.Buffon’un bu görüşleri
Amerika’yı tanımayan bazı kişiler tarafından destekleniyordu.Bunlardan
bir tanesi yerli erkeklerin üreme yönünden güçsüzlüklerine ilave olarak
göğüslerinin süt ürettiklerini bile söylemişti.Buna benzer görüşler
19.yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da sürekli olarak yazıldı ve söylendi.
*
Elbette gerçek olmayan ve bir hayli abartılı olan bu tip iddialar
Amerika’da öfkeyle karşılanıyordu.Thomas Jefferson,General John
Sullivan ve 20 askerini kuzey ormanlarına gönderdi.General ve
askerlerin görevi,iri bir geyik türü olan sığın yakalamaktı.Bu
hayvan,söylediklerini yalanlamak için Buffon’a gönderilecekti.Askerler
iki hafta içinde bir sığın vurdular.Ancak bu hayvanın bekledikleri gibi
iri boynuzları yoktu.
1787 yılında New Jersey’de yaşayan sade bir kişi akarsu kıyısında iri
bir uyluk kemiği bulmuştu.Bu kemiğin dünya üzerinde yaşayan hiçbir
yaratığa ait olmadığını tahmin etti.Kemik,o günlerin ünlü anatomi
bilgini olan Caspar Wistar’a gönderildi. Wistar,bilimsel bir toplantıda
bu kemiği tanımladı.Ancak önemini pek kavrayamamıştı.Sonuçta bir depoya
kaldırıldı,sonra da kayıplara karıştı.
Bugün,Caspar Wistar’ın tanımlarından ve elde edilen notlardan
anlaşıldığı kadarıyla o kemiğin büyük cüsseli ve ördek gagalı bir
dinozor olan Hadrosaur olduğu tahmin ediliyor.Böylece yeryüzünde
bulunan ilk dinozor kemiği kaybedilmişti.Diğer taraftan o günlerde
hiçkimse dinozorun ne olduğunu bilmiyordu.
*
Aynı tarihlerde Philadelphia’daki doğabilimciler fil benzeri çok iri
bir yaratığın kemiklerini bir araya getiriyorlardı.İlk önce ona ‘Büyük
Meçhul Amerikalı’ adını taktılar.Sonra onun mamut olduğuna karar
verdiler.Bu öngörüleri yanlıştı.Ama ülkenin pekçok yerinde iri iri
kemikler bulunmaya başlamıştı.Öyle görünüyordu ki Amerika bir zamanlar
olağandan büyük hayvanların yaşadığı yerdi.Buffon’un iddiaları doğru
değildi.Doğabilimciler Meçhul Amerikalı’nın hem cüssesini hem de
vahşiliğini gözler önüne sermek için kararlıydılar.Ama bu amaçlarını
oldukça abarttılar.Yaratığa olduğundan altı misli büyük bir cüsse ve
korkunç pençeler yakıştırdılar.Hayvanın kaplan gibi çevik ve o derecede
vahşi olduğu görünümünü vermek için çalışıyorlardı.Çalışmalarında
kullandıkları model resimlerinde onu kayaların üstünden avının üzerine
atlarken görüntülediler.Artık birtakım dişleri gerçeğe hiç uygun
olmayan şekilde hayvanın kafasına monte ediyorlardı.Bütün bu abartılı
çalışmaların elbette bilimsel bir yönü yoktu.Ama bir gerçek tarafı
vardı.O kemikler hangi hayvana aitse,nesli tükenmişti.
*
Amerika’da bulunan kemiklerden seçilenlerden bazısı 1795 yılında
Georges Cuvier tarafından incelenmek üzere Paris’e gönderildi.Cuvier o
tarihlerde paleontolojinin önde gelen isimlerinden biriydi ve
eklemlerinden ayrılmış kemik yığınlarını biçimli formlara sokma
konusunda bir hayli tecrübe kazanmıştı.Bir hayvanın görünümünü ve
doğasını tek bir diş veya çene kemiği parçasından anlayıp
tanımlayabiliyordu.Kendisine gönderilen kemikleri inceledi ve ona
meme-dişli anlamına gelen mastodon adını verdi.
*
Georges Cuvier,Yerküre’de zaman zaman küresel afetler yaşandığına ve bu
afetler nedeniyle yaratıkların topluca yok olduğuna inanıyordu.Ancak bu
fikirlerden dindar çevreler oldukça rahatsızdı.Çünkü Tanrı’yı
umursamazlıkla itham ediyorlardı.Madem ki sonradan köklerini
kurutacaktı,neden yaratmıştı?
Thomas Jefferson,Tanrı’nın herhangi bir türün toptan yok olmasına
seyirci kalmayacağını düşünüyordu.Hatta onların evrimleşmesini bile
düşünemiyordu. Georges Cuvier tarafından tanımlanan mastodon
sürülerinin hala yaşamakta olduğunu varsayıyordu.Bu nedenle Caspar
Wistar’ın da bulunduğu bir doğabilimci grubunu Mississippi’nin
ötesindeki topraklara gönderdi.Tabii ki hiçbir sonuç alınamadı.
*
Caspar Wistar’ın eline geçen dinozor kemiğinin önemini anlayamaması ile
başlayan fosil araştırma başarısızlıkları Amerika’da 19.yüzyılın ilk
yıllarında devam ediyordu.1806 yılında bir keşif heyeti Montana’daki
Hell Creek bölgesinde bir kayaya gömülü ve dinozor kemiği olduğu kesin
belli bir fosili incelemelerine rağmen gerçeği anlayamadı.Oysa bu bölge
ileriki tarihlerde dinozor kemiğinin bol olarak bulunacağı bir yerdi.
1818 yılında bir çiftçi çocuğu Massachusetts’in South Hadley
bölgesindeki kayaç katmanlarında çok eski izler görmüştü.Daha sonra New
England’daki Connecticut Irmağı vadisinde başka kemikler ve fosilleşmiş
ayak izleri bulundu.Bu kemikler incelenmiş olan ilk dinozor
kemikleriydi,ama ne oldukları ancak 1855 yılında anlaşıldı.
*
William Smith,1769 yılında doğdu.İlk öğrenimini köy okulunda
gördü.Kendi edindiği kitaplardan arazi ölçüm yöntemlerini öğrenmişti.Bu
arada köyünün yakınlarındaki Costwold Tepelerinde bol olan fosil
örnekleri topluyordu.1787 yılında arazi ölçümcüsü olarak göreve
başladı.1793 yılında Somersetshire’da arazi çalışmaları
yaparken,bölgenin kuzey kesiminde yüzeye vuran katmanın doğuya doğru
düzenli bir eğimle battığını keşfetti.Somerset’teki katmanın İngiltere
boyunca kuzeye doğru uzandığından şüphe ediyordu.Nitekim yaptığı
yolculuklarda sık sık benzer yataklara rastladı.1795 yılında başlatılan
yeni kanal kazıları sırasında taze örnekleri inceledi ve her katmanın
kendine özgü fosiller içerdiğini buldu.1796 yılında,yıllar sonra
kendisini meşhur edecek olan fikrini bir kenara not etti.Kayaçların
yorumlanabilmesi için,standart bir ölçüte,bir temele ihtiyaç
vardı.Örneğin Devon’da bulunan ve Karbonifer döneme ait olan kayaçların
Galler’de bulunan ve Kambriyen döneme ait olan kayaçlardan daha genç
olduğu,böyle bir temele dayanılarak söylenebilirdi.Cevabın fosillerde
olduğunu anlamıştı.Kayaç katmanlarındaki her değişimle birlikte,belli
bazı fosil türleri yok oluyor,bazıları da sıradaki katmana
taşınıyordu.Hangi fosil türünün hangi katmanda ortaya çıktığına dikkat
edilirse,fosil barındıran tüm kayaçların göreceli yaşları
hesaplanabilirdi.1799 yılında bir yere bağımlı olarak çalışmaktan
vazgeçip kendi bürosunu kurdu.Bath çevresinin jeoloji haritalarını
tamamladı.Bu haritalarını ve jeoloji maketlerini çeşitli fuarlarda
sergiledi.1804 yılında bürosunu Londra’ya taşıdı.Araştırmacılığı
sayesinde edindiği bilgilerden faydalanarak Britanya’nın kayaç
katmanlarının haritasını 1815 yılında tamamladı.
*
1812 yılında,Dorset kıyısındaki Lyme Regis’te,Mary Anning adında bir
genç kız,Manş Deniz’i boyunca uzanan dik uçurumlara gömülü olan
yaklaşık 5 metre boyunda fosilleşmiş bir deniz yaratığı buldu.Bu
yaratık günümüzde ‘ıchthyosaurus’ olarak adlandırılmaktadır. Mary
Anning 35 sene boyunca fosil toplamaya devam etti.Hem mesleğini
yapıyor,hem de topladığı örnekleri satıp para kazanıyordu.İlk kanatlı
kertenkele olan ‘plesiosaurus’u da o bulmuştu.
Fosillerin yerini saptamada büyük bir ustalık kazanmıştı.Ama ondan daha
önemli olan özelliği,fosilleri bulunduğu yerden hiç zarar vermeden
çıkarmasıydı. Aslında eğitimsiz bir kişiydi.Ama çizim ve tanımları
kusursuzdu.Çok basit aletlerle ve zor koşullar altında çalışmasına
rağmen işini sabır ve özenle yürütüyordu.Sadece‘plesiosaurus’u kazıp
çıkarmak için 10 yıl çalıştı.
*
Gideon Algernon Mantell,1790 yılında doğmuştu.1852 yılında ölümüne
kadar hekimlik,jeoloji ve paleontoloji alanında çalıştı.Yaşadığı
dönemde bilinen 5 dinozor cinsinden 4 tanesini o buldu.Özellikle
Sussex’in Mezozoik (ikinci) Zamanı üzerine paleontoloji çalışmaları
yaptı.Bu bölgenin jeolojik keşifler tarihinde önemli bir yer edinmesini
sağladı.Triyas Döneminde yaşamış bir sürüngeni de ilk kez tanımlayan
kişi oldu.
Ancak özel yaşamında kibirli ve bencil bir kişiydi,ayrıca ailesini
ihmal ediyordu.1822 yılında Sussex dışında yaşayan bir hastasını
ziyaret ederken karısı, yakında bulunan bir patikada geziniyordu.Çukur
doldurmak için yola dökülmüş moloz yığını içinde garip bir nesne
buldu.Bir ceviz büyüklüğünde,kavisli ve kahverenkli olan bu taşı
kocasına götürdü. Mantell,bunun fosilleşmiş bir diş olduğunu hemen
anladı.Biraz inceledikten sonra onun otobur,sürüngen ve metrelerce
uzunlukta Kretase döneminden kalma bir hayvan olduğuna karar
verdi.Arkadaşı olan Papaz William Buckland,bu dişin geçmişe yönelik tüm
anlayışları temelinden değiştiren buluş olduğunu söyleyince 3 yıl
boyunca kanıt aradı.Bu diş fosilini Paris’te bulunan Cuvier’e
yolladı.Ama Fransız doğabilimci bu dişin bir hipopotama ait olduğunu
sanarak yanılgıya düştü.Bunun üzerine Mantell,başka bir araştırmacı
arkadaşına danıştı.İki arkadaş yaptıkları araştırma sonucunda,söz
konusu dişin Güney Amerika iguanalarının dişlerine benzediği sonucuna
ulaştılar.Böylece Mantell,elinde bulunan dişin tropik iklimlerde
yaşamış bir kertenkele cinsi ‘Iguanodon’ olduğunu açıkladı.
*
Mantell, Royal Society’e bir bildiri göndermeye
hazırlanırken,Oxfordshire’daki taşocaklarında bir başka dinozorun
bulunup resmen tanımlandığını öğrendi. Bulduğu fosil üzerinde çalışıp
rapor hazırlayan,Dr.James Parkinson’un önerisi ile ona ‘Megalosaurus’
adını veren Papaz William Buckland idi.Raporunda yaratığın dişlerinin
kertenkelelerde olduğu gibi doğrudan çene kemiğine
ilişmediğini,timsahlarda olduğu gibi yuvalara yerleştiğini
belirtiyordu.Ancak ne anlama geldiğini kavrayamadı. Aslında
Megalosaurus, yepyeni bir yaratık çeşidiydi. Papaz William Buckland’ın
bu raporu gene de bir dinozorun yayınlanan ilk tanımı kabul edildi.
Mantell,dinozor tanımını gerçekleştiren ilk kişi olmasını resmi
kayıtlara geçiremediğinden dolayı yılgınlığa kapılmadı.Çalışmalarına
devam etti.1833 yılında amacına ulaştı ve dev boyutlu ‘Hylaeosaurus’u
buldu.Bundan böyle taşocağında çalışan işçilerden ve bölgede bulunan
çiftçilerden fosil satın almaya hız verdi.Böylece ülkesinin en büyük
fosil koleksiyonuna sahip oldu.Üç dinozor tanımı daha yaptı.Bu arada
hekimlik görevini bırakmıştı.Evini hemen hemen tümüyle dolduran
fosillerin bakımına harcadığı para gelirinin üzerinde idi.Elinde kalmış
olan az miktardaki parasını çok az kişinin okuyacağı kitap basımına
ayırdığı için ekonomik anlamda sıfıra indi.Bu nedenle koleksiyonunun
büyük kısmını satmak zorunda kaldı.Bu arada karısı 4 çocuğunu alarak
kendisini terk etmişti.Londra’ya taşındı.1841 yılında bir at arabasının
altında kalıp sakatlandı.1852 yılında intihar etti.
KAYNAKLAR:
A Short History of Nearly Everything
AnaBritannica
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://ossi.yetkin-forum.com
 
Fosilerle İlgili
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ıIıI OsSi FoRuM IıIı Eğlence Oyun Video Müzik Platformu :: Kültür & Sanat Ve Bilim :: Bilimdeki Gelişmeler-
Buraya geçin: