ıIıI OsSi FoRuM IıIı Eğlence Oyun Video Müzik Platformu Full Sürüm Oyunlar, Demo Oyunlar |
| | Fosilerle İlgili | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 184 Yaş : 32 Kayıt tarihi : 09/02/08
| Konu: Fosilerle İlgili C.tesi Şub. 23, 2008 11:35 am | |
| Omurgasızların Kökeni BU KONUDAN ÖDEVİ OLANLAR İÇİN FÖSİL TÜRLERİ Kompleks canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 530-520 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan “kambriyen” tabakadır. Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar, hiçbir ataları olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir. Bu kompleks omurgasızlar kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar olan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Canlılığın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı omurgasız türleriyle dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan ayrı türlerdeki canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrimci düşüncenin dünya çapındaki en önde gelen savunucularından İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek karşısında “(Kambriyen canlıları), ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildedirler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibidirler” der. (Richard Dawkins, “The Blind Watchmaker”, London: W. W. Norton 1986, s. 229) Dawkins’in de kabul ettiği gibi, Kambriyen patlaması yaratılışın çok güçlü bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları olmadan aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma da, “canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir” diyerek bu gerçeği kabul eder. (Douglas J. Futuyma. Science on Trial, New York, Pantheon Book, 1983. s. 197) Omurgasızlardan Balıklara Geçiş Formu Yoktur Sert kısımları vücutlarının dışında yer alan bu omurgasız canlılar ile, sert kısımları yani iskeletleri vücutlarının içinde yer alan balıklar arasında çok büyük bir anatomik fark vardır. Ama evrimciler bu omurgasızların balıklara dönüştüğünü öne sürerler. Oysa bu dönüşümü gösterecek ise hiçbir fosil yoktur. Bu nedenle Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, “Kemikli Balıkların Evrimi” başlıklı bir makalesinde bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar: “Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?” (Gerald T. Todd, “Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship”, American Zoologist, vol. 26, no. 4, 1980, s. 757) Balıklardan Amfibiyenlere Geçiş Formu Yoktur Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, tüm klasik evrimciler gibi, balıkların zamanla amfibiyenlere (kurbağa gibi hem karada hem suda yaşayan canlılar) dönüştüğünü iddia etmektedir. Bu dönüşümün başlangıcına da Rhipidistian ve Coelacanth sınıflarına ait balıkları koymaktadır. Rhipidistian ve Coelacanth; Crossopterygian takımına ait balıklardır. Normal balıklardan hiçbir farkları bulunmayan bu canlıların evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre daha etli oluşudur. Evrimciler, bu etli yüzgeçlerin daha sonra sürüngenlerin ayaklarına dönüştüğüne inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bir dönem inanıyorlardı. Rhipidistian ve Coelacanth’ın ara form zannedildiği dönemde, evrimciler, Coelacanth’ın akciğerinin bulunduğunu dahi iddia etmişlerdir. Bu iddia pek çok evrimci kaynakta anlatılmış, hatta Coelacanth’ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler bile yayınlanmıştır. Coelacanth’ların soyunun tükendiğini, ürettikleri iddiaların hiçbir zaman yalanlanamayacağını zanneden evrimciler, Coelacanth’la ilgili sayısız senaryolar üretmişlerdir. Evrimcilerin tüm bu iddialarının geçersiz olduğu ise 1938 senesinde ortaya çıkmıştır. 70 milyon yıl önce soyu tükendiği sanılan Coelacanth sınıfına ait Latimeria türünün canlı bir örneği 1938 yılında Hint Okyanusu’nda yakalanmıştır. 410 milyon yıllık Coelacanth fosili. Evrimciler bu canlının fosiline dayanarak, bunun sudan karaya geçişteki ara geçiş formu olduğunu söylüyorlardı. Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere bu balığın canlı örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin hayali spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi. Yakalanan canlının anatomisi incelendiğinde varılan sonuçlar evrimciler için hayalkırıklığı olmuştur. İncelemelerde Coelacanth’ın, kara canlılarıyla hiçbir ilgisi olmayan gerçek bir balık olduğu, hatta derin sularda yaşadığı anlaşılmıştır. Evrimcilerin ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapının ise balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. (Jacques Millot, “The Coelacanth”, The Scientific American, Aralık 1955, sayı 193, s.39) Bu tarihten sonra çeşitli yıllarda Coelacanth’ların 40’dan fazla örneği daha yakalanmıştır. Sonuçta, evrimcilerin büyük bel bağladıkları Coelacanth literatürden çıkarılmıştır. Ne var ki Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı, 1938’de terkedilen akciğer masallarını anlatmıştır. Üstelik, Coelacanth balıkları için “sudan çıktığı zaman kısa süre yaşayabilir, oksijen soluyabilir” gibi talihsiz bir ifadede bulunmuştur. Oysaki oksijen soluma, Rhipidistian sınıfı balıklar hakkında iddia edilen bir özelliktir. Coelacanth’ların bu özelliği yoktur. Denizlerin en derin sularında yaşayan bir dip balığı olan Coelacanth’ların oksijen soluduğu gibi gülünç bir iddia, Coelacanth’larla ilgili türlü masalların yazıldığı 1920’lerde bile ortaya atılmamıştır. Coelacanth’ların ara form olmadığı anlaşılınca, evrimciler, Rhipidistian takımının bir üyesi olan Eusthenopteronları sudan karaya geçişe delil olan ara form olarak öne sürmüşlerdir. Ancak, Eusthenopteronlar ile amfibiyenler (örneğin kuyruklu su kurbağası) arasındaki anatomik karşılaştırmalar, bunların aralarında çok derin farklılıklar olduğunu göstermiştir. Eusthenopteron normal bir balıktır ve kuyruklu su kurbağasına hiçbir açıdan benzememektedir. Evrimci Maria Genevieve Lavanant, Eusthenopteron’un bu özelliğini şöyle ifade etmektedir: “Yakın bir geçmişte tartışma yeniden açıldı. Yüzgeçlerin daha ayrıntılı incelenmesi, Eusthenopteron’un yüzgeçlerinin bütün balıklarda bulunan yüzgecin bir benzeri olduğunu ortaya koydu.” (Maria Genevieve Lavanant, Bilim ve Teknik, sayı: 197, s.22, Nisan 1984) Tam bir balık olan Eusthenopteron ile amfibiyenler arasında bir geçiş olabileceğini gösterecek herhangi bir ara form mevcut değildir. Evrim Teorisi’nin, diğer bölümleri gibi, büyük bir boşluktan ibarettir. Sonuç olarak, Rhipidistian’lar da Coelacanth’lar da tam birer balıktır. Bunlara yarı-amfibiyen demeyi gerektirecek tek bir özellikleri dahi mevcut değildir. Dolayısıyla balıklar ile amfibiyenleri birbirine bağlayacak hiçbir ara form bulunmamaktadır. Nitekim Evrimci Barbara J. Stahl, “Vertebrate History” adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibiyenlerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibiyenlerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur.” (Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148, 1985) Rhipidistian’la Coelacanth’ı birbirine karıştıran, Coelacanth’ı oksijen soluyan akciğerli bir balık sanan Bilim ve Ütopya yazarı gibi amatör evrimciler dışında, hiç kimse balıkların evrimleşerek amfibiyenlere dönüştüğüne dair bir delil olduğunu iddia etmemektedir. 1938'de yakalanan ilk canlı Coelecanth'ın önünde poz veren balıkçılar. Bir derin su balığı olduğu anlaşılan Coelecanth'ın canlı bir örneği. Amfibiyenlerden Sürüngenlere Geçiş Formu Yoktur Bilim ve Ütopya dergisinin yazarı Ümit Sayın, Seymouria isimli canlı türünün ise sürüngenlerin atası olduğunu iddia etmiştir. Seymouria, ilk olarak 1939 yılında Teksas’ın Seymour bölgesinde bulunan ve son olarak da 1993 yılında Almanya’da iki örneği bulunan bir amfibiyendir. Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının bu canlının sürüngenlerin atası olduğu yönündeki iddiası ise mesnetsizdir. Her şeyden önce, Seymouria’nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 50 milyon yıl önce yaşamış gerçek sürüngenler bulunmaktadır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani günümüzden 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa Hylonomus ve Paleothyris isimli sürüngen türleri, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir. (Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, s.148, 1985) Seymouria’dan 50 milyon yıl önce gerçek sürüngenler bulunduğuna göre Seymouria sürüngenlerin atası olamaz. Nitekim Britannica Ansiklopedisi’nin “Seymouria” maddesinde bile Seymouria’nın sürüngenlerden çok sonra ortaya çıktığı açıkça ifade edilmektedir. Ayrıca Seymouria’nın pulları bulunmamaktadır. Oysaki tüm sürüngenlerin ortak karakteristik özellikleri tüm derilerini kaplayan pullardır. Seymouria’nın pullarının bulunmaması, derisinin diğer bütün amfibiyenler gibi düz olması, bu canlının tam bir amfibiyen olduğunun kesin delilidir. Bu tartışılmaz gerçek karşısında evrimciler, amfibiyenler ile sürüngenler arasında hiçbir ara form olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim paleontolog Lewis L. Carroll, “Sürüngenlerin Kökeni Sorunu” başlıklı bir makalesinde şöyle yazmaktadır: “Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır.” (Lewis L. Carroll, “Problems of the Origin of Reptiles”, Biological Reviews of the Cambridge Philosophical Society, cilt 44, s.393) Elbette, Bilim ve Ütopya dergisinin yazarının amacı gerçekleri ortaya çıkarmak değil de Marksist ideolojinin temeli olan Evrim Teorisi’ni propagandalarla ayakta tutmaya çalışmak olduğu için, bunlardan hiç bahsetmemekte, elindeki bir kaç makalede yer alan terkedilmiş iddiaları sanki hala geçerliymiş gibi ortaya atmaktadır. Böyle olunca da “gerçekdışı iddialarla okuyucusunu aldatan kişi” durumuna düşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Sürüngenlerden Memelilere Geçiş Yoktur Evrimciler, sürüngenlerin, kuşlara ve memelilere dönüştüğünü iddia etmektedirler. Kuşlara geçişe delil olarak gösterdikleri Archaeopteryx’i yukarıda ele almıştık. Sürüngen-memeli bağlantısı ise, hem anatomik açıdan hem de fosiller yönünden bir masaldan başka bir şey değildir. Sürüngenlerle memeliler arasındaki uçurumun örneklerinden biri, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve tüm dişler bu kemiğin üzerine oturmaktadır. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunmaktadır. Bir başka temel farklılık da kulaklarda bulunmaktadır. Tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasına karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer almaktadır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesi ve memeli kulağına dönüştüğünü iddia etmektedirler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu ise her zaman olduğu gibi cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu dönüşüm sırasında nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur. Yumurtlayarak üreyen, vücutları pullarla kaplı ve soğukkanlı canlılar olan sürüngenlerin, doğurarak üreyen, vücutları tüyle kaplı ve sıcakkanlı canlılar olan memelilere nasıl “tesadüflerle” dönüştüğü sorularının hiçbir cevabı yoktur. Bilim ve Ütopya’da “ara form” olarak sözü edilen Cynognatus ise tam bir sürüngendir ve sürüngen-memeli uçurumunu kapatacak hiçbir fosil de yoktur. Memeliler, hiçbir “yarı sürüngen” ataları olmadan, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmışlardır. Evrimci paleontolog Roger Lewin, evrimin bu açmazını “ilk memeliye nasıl bir evrimsel geçiş olduğu, hala büyük bir sırdır” sözleriyle ifade etmektedir. (Roger Lewin, “Bones of Mammels”, Science, cilt 212, s.1492, 26 Haziran 1981) 20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson ise şunları söylemektedir: | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 184 Yaş : 32 Kayıt tarihi : 09/02/08
| Konu: Geri: Fosilerle İlgili C.tesi Şub. 23, 2008 11:35 am | |
| 1707-1788 yılları arasında yaşamış olan Fransız doğabilimci Buffon (Kontu) Georges-Louis Leclerc garip bir iddiada bulunmuştu:Yenidünya’daki canlı varlıklar,Eskidünya’dakilere oranla hemen her açıdan aşağı düzeydedir.Amerika’da sular durgundur,toprak verimsizdir,hayvanlar küçük ve kuvvetsizdir .Buffon iddialarına kanıt olarak Amerika’nın kokuşmuş bataklıklarından ve güneşsiz ormanlarından yükselen sağlığa zararlı buharlar olduğunu söylüyordu. Ona göre çevre koşulları o kadar uygunsuzdu ki,kızılderililer erkeklik kuvvetinden yoksundu,sakalları yoktu ve vücutları tüysüzdü.Buffon’un bu görüşleri Amerika’yı tanımayan bazı kişiler tarafından destekleniyordu.Bunlardan bir tanesi yerli erkeklerin üreme yönünden güçsüzlüklerine ilave olarak göğüslerinin süt ürettiklerini bile söylemişti.Buna benzer görüşler 19.yüzyılın sonuna kadar Avrupa’da sürekli olarak yazıldı ve söylendi. * Elbette gerçek olmayan ve bir hayli abartılı olan bu tip iddialar Amerika’da öfkeyle karşılanıyordu.Thomas Jefferson,General John Sullivan ve 20 askerini kuzey ormanlarına gönderdi.General ve askerlerin görevi,iri bir geyik türü olan sığın yakalamaktı.Bu hayvan,söylediklerini yalanlamak için Buffon’a gönderilecekti.Askerler iki hafta içinde bir sığın vurdular.Ancak bu hayvanın bekledikleri gibi iri boynuzları yoktu. 1787 yılında New Jersey’de yaşayan sade bir kişi akarsu kıyısında iri bir uyluk kemiği bulmuştu.Bu kemiğin dünya üzerinde yaşayan hiçbir yaratığa ait olmadığını tahmin etti.Kemik,o günlerin ünlü anatomi bilgini olan Caspar Wistar’a gönderildi. Wistar,bilimsel bir toplantıda bu kemiği tanımladı.Ancak önemini pek kavrayamamıştı.Sonuçta bir depoya kaldırıldı,sonra da kayıplara karıştı. Bugün,Caspar Wistar’ın tanımlarından ve elde edilen notlardan anlaşıldığı kadarıyla o kemiğin büyük cüsseli ve ördek gagalı bir dinozor olan Hadrosaur olduğu tahmin ediliyor.Böylece yeryüzünde bulunan ilk dinozor kemiği kaybedilmişti.Diğer taraftan o günlerde hiçkimse dinozorun ne olduğunu bilmiyordu. * Aynı tarihlerde Philadelphia’daki doğabilimciler fil benzeri çok iri bir yaratığın kemiklerini bir araya getiriyorlardı.İlk önce ona ‘Büyük Meçhul Amerikalı’ adını taktılar.Sonra onun mamut olduğuna karar verdiler.Bu öngörüleri yanlıştı.Ama ülkenin pekçok yerinde iri iri kemikler bulunmaya başlamıştı.Öyle görünüyordu ki Amerika bir zamanlar olağandan büyük hayvanların yaşadığı yerdi.Buffon’un iddiaları doğru değildi.Doğabilimciler Meçhul Amerikalı’nın hem cüssesini hem de vahşiliğini gözler önüne sermek için kararlıydılar.Ama bu amaçlarını oldukça abarttılar.Yaratığa olduğundan altı misli büyük bir cüsse ve korkunç pençeler yakıştırdılar.Hayvanın kaplan gibi çevik ve o derecede vahşi olduğu görünümünü vermek için çalışıyorlardı.Çalışmalarında kullandıkları model resimlerinde onu kayaların üstünden avının üzerine atlarken görüntülediler.Artık birtakım dişleri gerçeğe hiç uygun olmayan şekilde hayvanın kafasına monte ediyorlardı.Bütün bu abartılı çalışmaların elbette bilimsel bir yönü yoktu.Ama bir gerçek tarafı vardı.O kemikler hangi hayvana aitse,nesli tükenmişti. * Amerika’da bulunan kemiklerden seçilenlerden bazısı 1795 yılında Georges Cuvier tarafından incelenmek üzere Paris’e gönderildi.Cuvier o tarihlerde paleontolojinin önde gelen isimlerinden biriydi ve eklemlerinden ayrılmış kemik yığınlarını biçimli formlara sokma konusunda bir hayli tecrübe kazanmıştı.Bir hayvanın görünümünü ve doğasını tek bir diş veya çene kemiği parçasından anlayıp tanımlayabiliyordu.Kendisine gönderilen kemikleri inceledi ve ona meme-dişli anlamına gelen mastodon adını verdi. * Georges Cuvier,Yerküre’de zaman zaman küresel afetler yaşandığına ve bu afetler nedeniyle yaratıkların topluca yok olduğuna inanıyordu.Ancak bu fikirlerden dindar çevreler oldukça rahatsızdı.Çünkü Tanrı’yı umursamazlıkla itham ediyorlardı.Madem ki sonradan köklerini kurutacaktı,neden yaratmıştı? Thomas Jefferson,Tanrı’nın herhangi bir türün toptan yok olmasına seyirci kalmayacağını düşünüyordu.Hatta onların evrimleşmesini bile düşünemiyordu. Georges Cuvier tarafından tanımlanan mastodon sürülerinin hala yaşamakta olduğunu varsayıyordu.Bu nedenle Caspar Wistar’ın da bulunduğu bir doğabilimci grubunu Mississippi’nin ötesindeki topraklara gönderdi.Tabii ki hiçbir sonuç alınamadı. * Caspar Wistar’ın eline geçen dinozor kemiğinin önemini anlayamaması ile başlayan fosil araştırma başarısızlıkları Amerika’da 19.yüzyılın ilk yıllarında devam ediyordu.1806 yılında bir keşif heyeti Montana’daki Hell Creek bölgesinde bir kayaya gömülü ve dinozor kemiği olduğu kesin belli bir fosili incelemelerine rağmen gerçeği anlayamadı.Oysa bu bölge ileriki tarihlerde dinozor kemiğinin bol olarak bulunacağı bir yerdi. 1818 yılında bir çiftçi çocuğu Massachusetts’in South Hadley bölgesindeki kayaç katmanlarında çok eski izler görmüştü.Daha sonra New England’daki Connecticut Irmağı vadisinde başka kemikler ve fosilleşmiş ayak izleri bulundu.Bu kemikler incelenmiş olan ilk dinozor kemikleriydi,ama ne oldukları ancak 1855 yılında anlaşıldı. * William Smith,1769 yılında doğdu.İlk öğrenimini köy okulunda gördü.Kendi edindiği kitaplardan arazi ölçüm yöntemlerini öğrenmişti.Bu arada köyünün yakınlarındaki Costwold Tepelerinde bol olan fosil örnekleri topluyordu.1787 yılında arazi ölçümcüsü olarak göreve başladı.1793 yılında Somersetshire’da arazi çalışmaları yaparken,bölgenin kuzey kesiminde yüzeye vuran katmanın doğuya doğru düzenli bir eğimle battığını keşfetti.Somerset’teki katmanın İngiltere boyunca kuzeye doğru uzandığından şüphe ediyordu.Nitekim yaptığı yolculuklarda sık sık benzer yataklara rastladı.1795 yılında başlatılan yeni kanal kazıları sırasında taze örnekleri inceledi ve her katmanın kendine özgü fosiller içerdiğini buldu.1796 yılında,yıllar sonra kendisini meşhur edecek olan fikrini bir kenara not etti.Kayaçların yorumlanabilmesi için,standart bir ölçüte,bir temele ihtiyaç vardı.Örneğin Devon’da bulunan ve Karbonifer döneme ait olan kayaçların Galler’de bulunan ve Kambriyen döneme ait olan kayaçlardan daha genç olduğu,böyle bir temele dayanılarak söylenebilirdi.Cevabın fosillerde olduğunu anlamıştı.Kayaç katmanlarındaki her değişimle birlikte,belli bazı fosil türleri yok oluyor,bazıları da sıradaki katmana taşınıyordu.Hangi fosil türünün hangi katmanda ortaya çıktığına dikkat edilirse,fosil barındıran tüm kayaçların göreceli yaşları hesaplanabilirdi.1799 yılında bir yere bağımlı olarak çalışmaktan vazgeçip kendi bürosunu kurdu.Bath çevresinin jeoloji haritalarını tamamladı.Bu haritalarını ve jeoloji maketlerini çeşitli fuarlarda sergiledi.1804 yılında bürosunu Londra’ya taşıdı.Araştırmacılığı sayesinde edindiği bilgilerden faydalanarak Britanya’nın kayaç katmanlarının haritasını 1815 yılında tamamladı. * 1812 yılında,Dorset kıyısındaki Lyme Regis’te,Mary Anning adında bir genç kız,Manş Deniz’i boyunca uzanan dik uçurumlara gömülü olan yaklaşık 5 metre boyunda fosilleşmiş bir deniz yaratığı buldu.Bu yaratık günümüzde ‘ıchthyosaurus’ olarak adlandırılmaktadır. Mary Anning 35 sene boyunca fosil toplamaya devam etti.Hem mesleğini yapıyor,hem de topladığı örnekleri satıp para kazanıyordu.İlk kanatlı kertenkele olan ‘plesiosaurus’u da o bulmuştu. Fosillerin yerini saptamada büyük bir ustalık kazanmıştı.Ama ondan daha önemli olan özelliği,fosilleri bulunduğu yerden hiç zarar vermeden çıkarmasıydı. Aslında eğitimsiz bir kişiydi.Ama çizim ve tanımları kusursuzdu.Çok basit aletlerle ve zor koşullar altında çalışmasına rağmen işini sabır ve özenle yürütüyordu.Sadece‘plesiosaurus’u kazıp çıkarmak için 10 yıl çalıştı. * Gideon Algernon Mantell,1790 yılında doğmuştu.1852 yılında ölümüne kadar hekimlik,jeoloji ve paleontoloji alanında çalıştı.Yaşadığı dönemde bilinen 5 dinozor cinsinden 4 tanesini o buldu.Özellikle Sussex’in Mezozoik (ikinci) Zamanı üzerine paleontoloji çalışmaları yaptı.Bu bölgenin jeolojik keşifler tarihinde önemli bir yer edinmesini sağladı.Triyas Döneminde yaşamış bir sürüngeni de ilk kez tanımlayan kişi oldu. Ancak özel yaşamında kibirli ve bencil bir kişiydi,ayrıca ailesini ihmal ediyordu.1822 yılında Sussex dışında yaşayan bir hastasını ziyaret ederken karısı, yakında bulunan bir patikada geziniyordu.Çukur doldurmak için yola dökülmüş moloz yığını içinde garip bir nesne buldu.Bir ceviz büyüklüğünde,kavisli ve kahverenkli olan bu taşı kocasına götürdü. Mantell,bunun fosilleşmiş bir diş olduğunu hemen anladı.Biraz inceledikten sonra onun otobur,sürüngen ve metrelerce uzunlukta Kretase döneminden kalma bir hayvan olduğuna karar verdi.Arkadaşı olan Papaz William Buckland,bu dişin geçmişe yönelik tüm anlayışları temelinden değiştiren buluş olduğunu söyleyince 3 yıl boyunca kanıt aradı.Bu diş fosilini Paris’te bulunan Cuvier’e yolladı.Ama Fransız doğabilimci bu dişin bir hipopotama ait olduğunu sanarak yanılgıya düştü.Bunun üzerine Mantell,başka bir araştırmacı arkadaşına danıştı.İki arkadaş yaptıkları araştırma sonucunda,söz konusu dişin Güney Amerika iguanalarının dişlerine benzediği sonucuna ulaştılar.Böylece Mantell,elinde bulunan dişin tropik iklimlerde yaşamış bir kertenkele cinsi ‘Iguanodon’ olduğunu açıkladı. * Mantell, Royal Society’e bir bildiri göndermeye hazırlanırken,Oxfordshire’daki taşocaklarında bir başka dinozorun bulunup resmen tanımlandığını öğrendi. Bulduğu fosil üzerinde çalışıp rapor hazırlayan,Dr.James Parkinson’un önerisi ile ona ‘Megalosaurus’ adını veren Papaz William Buckland idi.Raporunda yaratığın dişlerinin kertenkelelerde olduğu gibi doğrudan çene kemiğine ilişmediğini,timsahlarda olduğu gibi yuvalara yerleştiğini belirtiyordu.Ancak ne anlama geldiğini kavrayamadı. Aslında Megalosaurus, yepyeni bir yaratık çeşidiydi. Papaz William Buckland’ın bu raporu gene de bir dinozorun yayınlanan ilk tanımı kabul edildi. Mantell,dinozor tanımını gerçekleştiren ilk kişi olmasını resmi kayıtlara geçiremediğinden dolayı yılgınlığa kapılmadı.Çalışmalarına devam etti.1833 yılında amacına ulaştı ve dev boyutlu ‘Hylaeosaurus’u buldu.Bundan böyle taşocağında çalışan işçilerden ve bölgede bulunan çiftçilerden fosil satın almaya hız verdi.Böylece ülkesinin en büyük fosil koleksiyonuna sahip oldu.Üç dinozor tanımı daha yaptı.Bu arada hekimlik görevini bırakmıştı.Evini hemen hemen tümüyle dolduran fosillerin bakımına harcadığı para gelirinin üzerinde idi.Elinde kalmış olan az miktardaki parasını çok az kişinin okuyacağı kitap basımına ayırdığı için ekonomik anlamda sıfıra indi.Bu nedenle koleksiyonunun büyük kısmını satmak zorunda kaldı.Bu arada karısı 4 çocuğunu alarak kendisini terk etmişti.Londra’ya taşındı.1841 yılında bir at arabasının altında kalıp sakatlandı.1852 yılında intihar etti. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica | |
| | | | Fosilerle İlgili | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|